22 Aralık 2006 Cuma

Yazmak hayatımıza ne katıyor?

Ne içinde taşıdığın o koridorları, suskunlukları, hıçkırıklarla nefes alan yarım bırakılışları koyabilirsin beyaz sayfalara. Ne de beyaz sayfalarda tutunamayan o cümleleri sığdırabilirsin içine...

Gidenlerin arkasına yapıştırılmış kırmızı yollar... Sayfalara bile boyun büktüren veda sözleri... Dağılmış yataklar... Bir hayatın içinden çekilip alınan bir başka hayat... Boşalan yere örtülen bir kapı. Yalanın pencerelerde boy gösterişi. Öldürülüp yeniden canlanan yaşanılmışlıklar yığını. Ucuz tartışmalarla makaslanan aşklar, dostluklar...

Peygamber gibi inebilir bir tokat cümlelerime. Şimdi, burada. Ve yanakları utanca boğulmuş bir öğrenci gibi geriye çekilir yazılanlar. Ve pist bana kalır. Şimdi hangi yaşanılmışlıkla çürütmeliyim, hangi sağduyuyla küfretmeliyim beni ortada bırakan harfler topluluğuna. Eteklerimi savura savura tuvallere yapıştırırım belki de kendimi...

Ama hayır. Yazı, yazı, yazı. Yazı üzerinde gezdirmeliyim parmaklarımı. Beynin sevişmeye soyunduğu beyaz sayfalardan üreyen çocuklar üzerinde. Siyah çocuklar, beyaz çocuklar, melez çocuklar. Bir de üvey çocuklar var. Boşluğu tanrı gibi biçimlendiren seks oyunları. Her cümlede sancının adım adım gölgesi. Yazı, acıyla kalbin yarım aynası...

Kıstırılmış çocuklukların yarı aralanmış kapısı. Makyaja bulanmış güzellik. Dokunuşlarla ruhu arayan ten. Herkes el yordamıyla ufak ufak, güzeeel... Siyahı siyahken ellerine alıp önce kendi yüzüne tutabilme cesareti. Kimisi içinse siyahı beyaza, beyazı siyaha boyayabilme kabiliyeti / ödlekliği.

Yazı, yaşamı aynaya tuttuğun yer. Törpüleme aletlerin tarafından terk edilişin. Susabilmek ile konuşabilmek arasındaki ince çizgi. Hayata attığın dikişlerin sökülmesi. Belki ince ilişki köprülerinde ayağının kaymasıyla kendini bulduğun soğuk koyun.

Kendi ateşimi dindiren sirkeli suya batırılmış bez parçası. Tutunmak için değil daha güzel düşebilmek için aldığım ince soluk. Her seferinde kaybolma ihtimali, hep kaybolma ihtimali. Kızlıkları bozulan beyaz sayfalar yığını. Aşka susamış bakire kalpler. Yazı öldüğüm yerde cesedimin beyaz tebeşirle resmedilişi.

Dans yaşamın bittiği yerde başlar. İsterse müzik çalmasın. Replikleri olmadan da oynar sinema oyuncuları mesela. Ya da senaryolaştırılamamış tiyatro oyunu. Sahnelenemez mi yani? Yazı hayatın apış arasından düşüp, hazırlıksız yakalanan insanoğlu. Güya sevişmeye hazır, isteksiz orospu. Tanrının çanağından ikram edilen buz gibi bir viski...

Duvarların diliyle konuşur yazı. Ve canı isterse pistte tek başına kalırsın. Ve canı isterse dünyanın tanıklık edip edebileceği en güzel dansa kaldırılırsın... Tanrının tanrılığı budur işte.

Harfler, paragraflar, roman kahramanları... Üç kuruşluk hikâyeler, tanrı tanımaz iyi aile çocukları. Seksekten hayatımıza taşımayı beceremediğimiz karelerin bilmecesi. Birilerinin en güzel çocukları, birilerinin en ateşli aşkları, birilerinin en sadık karıları...

Yazı... Karamelayı yaladıkça oluşan masal tanrısı...

Ayla Aydın

Hiç yorum yok: